28 Mart 2010 Pazar

ON BİR BİN KIRBAÇ - ÖNSÖZ

Pascal Pia

Apollinaire 9 Kasım 1918'de öldüğünde, On Bir Bin Kırbaç'ın(Onze Mille Verge) iki baskısı gerçekleşmişti: ilk baskı yaklaşık olarak 1907 yılında, ikincisi ise dört yıl sonra yayınlandı. Her iki baskıda da yazar adı verilmemiş "G.A" kısaltmasıyla yetinilmişti. Bu açıdan bakıldığında On Bir Bin Kırbaç ya da Hospodor'un Aşkları anonim bir yapıt olarak kabul edilebilir. Fakat şu var ki, ayrıntıya inildiğinde, bu kitabın Apollinaire'in kaleminden çıktığına dair birçok ipuçları bulunur. Bu ipuçlarından bazılarını da yazarın kendisi vermiştir.

Geriye dönüp baktığımızda -yaklaşık kırk yıl öncesine- o zamanlar Rue de Ranelagh'ta oturan Pierre Mac Orland' da, On Bir Bin Kırbaç'ın son derece değerli bir nüshasını karıştırdığımızı anımsarız. Kitabın baskısının değerli paçavra kağıdına yapılmış olması bir yana, kitabın iç kapak sayfasında bir de ithaf bulunmaktaydı. Apollinaire istisnai olarak yakın arkadaşlarından birine bu ithafı yapmıştı ve adı ile imzalamıştı. Henüz 1951 yılında kitapçı Pierre Beré'nin fiyat listelerin de yer alan bu ender nüshanın yıllar önce el değiştirmiş olması gerekiyor.

Birçok edebiyat bilimcisinin ve kolleksiyoncunun bu nüshanın varlığından bile haberi yoktu; fakat kısa bir süre içinde onlarda On Bir Bin Kırbaç' ın, Apollinaire' nin kaleminden çıktığı konusunda ikna oldular. Images de Paris adlı derginin sayılarından birinde -Apollinaire özel sayısı olarak Ocak-Şubat 1924'te yayınlanan sayısında-  basılan metinlerden birinde, kanımızca ilk kez On bir bin kırbaç'ın yazarının adı geçmekte; ayrıca yine bu dergide ki bir bibliyografyada söz konusu kitap, Apollinaire'in adı altında anılmakta. Adı geçen metin, ileride de değineceğimiz gibi, Florent Fels'in imzasını taşımakta. Bibliyografyayı ise E.R. kısaltmasıyla derginin yazarı Elie Richard'ın hazırladığı görülmekte. Önceleri sadece küçük bir çevrenin bildiği sır, bundan böyle herkesin bildiği bir sırdı.

Eserin ilk baskısının, eleştiri nüshası olarak niçin eleştirmenlere gönderilmediği, sanırım kendiliğinden anlaşılıyor.  1907' de yayınlanmış olan bir yazının dışında, o döneme ait elimizde  kitapla ilgili hiçbir eleştiri yazısı bulunmamakta. Yazı, 1907'de gizli basılmış bir katalogdaki ilan yazısından ibaret. Burada, On bir bin kırbaç "En son çıkan kitaplar" başlığı altında okura tanıtılmakta. Aynı yazı, daha sonra Luis Perceau'nun yayınladığı Bibliographie du Roman érotique' de yeniden basıldı.

İlan yazısını Apollinaire'nin yazdığı pek olsaı görülmüyor. Buna rağmen, okuru çekmek için, Apollinaire'in kaleminden çıkmış bazı satırların bulunabileceği de yadsınamaz:

"Tanınmış bir eleştirmen 'Marquis de Sade' dan daha güçlü' diye değerlendiriyor yeni çıkmış olan On bir bin kırbaç adlı romanı. Paris'in hafifmeşrep salonlarında olduğu gibi yurtdışında da bu kitap üzerine fısıldanarak konuşulmakta.

Yapıt, aykırılığıyla, paha biçilmez imgelemiyle ve inanılmaz yürekliliğiylebüyük bir yankı uyandırdı.

Tanrısal Marquis'in en müstehcen yapıtlarını bile geride bırakmakla kalmayıp yazarın, vahşetle büyüleyici olan romanında ustaca birleştirdiğini görüyoruz.

Yataklı kompartmanda geçen ve çifte cinayetle noktalanan şehvet taşkınlığına benzer bir vahşet, bu zamana kadar hiçbir yapıtta yer almadı. Japon kızı Kilyemu ile kulampara sevgilis arasında geçen -nitekim kazıklanarak öldürülmekle son bulan" epizot kadar çarpıcı hiçbir epizotla karşılaşmadık.

Emsali görülmemiş vampirizm sahneleri ile karşı karşıya kalıyoruz: doyumsuz bir ölüsevici olan, yaralılara işkence yapan melek gibi güzel bir Kızılhaç hemşiresi boşrolde.

Pavyonlar ve Port-Arthur kerhaneleri bu kitapta müstehcen kırmız fenerlerini yakıyorlar.

Kullamparalık, Sapphizm, ölüsevicilik, skatomani ve sodomi sahnelertekdüze olmayan ahenkli bir bütünlük oluşturmakta.

Sadistler ya da mazohistler, On bir bin'in kahramanları, bundan böyle edebiyata ait figürlerdir. Şehvetin sanatı olarak sunulan flagellasyonun olduğu gibi, bu sanattan anlamayanların aynı zamanda aşktan da hiçbir şey anlamadıklarının, bu kitapta alışılmamış bir tarzda işlendiğinden söz edebiliriz.

"Modern aşkı ele alan roman, her yanıyla bir edebiyat eseridir. Yazar, en küçük basitliğe ve bayalığa kaçmadan her şeyi söyleme yürekliliği göstermiştir."

Ticari amaçla yapılan bu ilan yazısındaki bu övgüde elbette doğruluk payı da bulunmakta. Fakat yazı, müşterilerin merakını uyandırmak üzere kurulmuş olup okuyucuların gözünü korkutmamak için, romandaki abartılardan hiç söz etmemektedir. Halbu ki On Bir Bin Kırbaç'ın en büyük özelliği bu abartılardır, parodik karakterlerdir. Erotik edebiyatın Yunanlardan ve Romalılardan ortaya korduğu hiçbir şey bu romanda es geçilmemiştir. Diğer yazarlardan alışık olduğumuz gibi, öznel duyumsadıklarından yola çıkarak okuru etkilemek gibi herhangi bir ciddiyet de güdülmemiş. Besbelli ki On bir bin kırbaç'ın yazarı eğleniyor: yazar çeşitli ahlak bozukluklarını abartılı sahnelerle ele alarak karikatürüze ediyor ve en uç noktasına kadar götürüyor. Çağdaşlarına denk düşen tiplemeler seçip onları onları tuhaf duruma sokuyor, onlara yakışık almaz davranış biçimleri yüklüyor ve en sonunda -kimi geleneksel romanlarda görüldüğü gibi, iğrençlikleri konu eden basit olaylar örgüsü dışarıda bırakılarak- cehennem azabı çekmeye tabi tutuyor.

1930'da bir yazarın -o yıldan beri yazar,  -Fransız Komünist Partis'nin merkez komitesi üyesidir- On bir bin kırbaç'ın yeni baskısı için yazdığı önsözünde saptadığı gibi "Bu gerçekten ciddi değil". Eksik olan bu ciddiyeti kitabın henüz birinci bölümünde, Romen Mony Vibescu'nun okura takdim edilişinde görüyoruz: yazara göre büyükdedesi Fransa'da vali yardımcıyla karşılaştırılabilecek bir mesleğe, hospodar unvanına sahip olduğundan, bu unvanını prenslikle değiştiriyor. Gerçekte bakıldığında hospodarların devam eden erkek soyu, kendilerine prens adı verildiğinde başka bir unvan taşımıyordu. Tabii ki bu prensler, bir Rumen Devleti kurulmadan önce hospadarın yerini alıyordu. Türk Sultanı'nın derebeyliği altındaki bu prensler, Tuna ve Eflak Prenslikleri'nin hak sahibi devlet beyleriydi.

Ne var ki, On bir bin kırbaç'ın yazarı bu tür ayrıntılarla uğraşmamış. Onu asıl ilgilendiren, bir kadın düşkünü olduğu gibi aynı zamanda Sırp Konsolos Muavini ile olan birlikteliğiyle de ünlenen, Prens Vibescu adlı delikanlıyla eğlenmek. Elbette yazar bu adı bilerek seçmiştir. Söz konusu adın son eki Rumence'ye oldukça yakın; üç heceli bu adın, geçen yüzyılda yaşamış olan bir hospodarın, Prens Bibescu'nun adına çok benzediği de açıktır.

Kuşkusuz ki bu, yazar tarafından da biliniyordu. Öyle ki On bir bin kırbaç'ın yazıldığı dönemde, başka bir Prens Bibesco, Marcel Proust'un arkadaşı da Paris' te bulunmaktaydı. Öte yandan Culculine d'Ancone gibi, henüz on dokuz yaşında on beş milyonerin cebini boşaltıp on Herküles'i de güçten düşürmesiyle övünen bir figürün tasarımında, bazı ünlü "yatay" pozisyonlarında katkısının olduğu ortada. Bu genç kadın her ne kadar kendini böylesine terbiyesiz bir  adla süslese de bu ad 1907'li yıllarda Emilienne d'Alençon'u ve oldukça güzel Liane de Pougy'yi anımsatmakta.

Kendisine nankör roller verildiğinden yakınan, bu yüzden de Claretie'ye çıkışı için başvuracağını söyleyerek tehdit eden, Théatre Français'nin bayan oyuncusu Estelle Romange, öylesine bilinen bir dille konuşuyor ki, yazar somut bir örneği düşünmeden de böyle bir figürü seçmiş olabilir. Romange'ın, arkadaşlarına Baudelaire'den ezbere bir şiir okuması ile, Invation au Voyage'ı yüksek sesle oldukça güzel okuyan ancak Comédie'nin yeteneğini kötü kullanmasından dolayı kırılan Mlle. Morena'ya dayandırıldığı tahmin edilebilir.

Charles-Henry Hirsch ve Nonce Casanova'nın bazı öykülerinde karşılaştığımız yankesicilere benzeyen tiplemeler, Eugene Sue'nün Mysteres de Paris'inde de sık sık karşılaştığımız, Tigre ve Nenesse gibi ip kaçkınlarıdır.

Romanda geçen serüvenlerin gerçeklikle o kadar az ortaklık payı var ki, bu serüvenleri belirli bir zaman dilimi içinde düşünmenin pek anlamı yok. Ancak romancı, Prens Vibescu'sunu, payına düşen mirası almak üzere Bükreş'e göndermekle böylesi bir zaman saptamasında bulunuyor. Prens, Bükreş'te Kral Alexander ve Kraliçe Draga'ya suikast hazırlayan Sırp komplocuların toplantısına katılıyor. Komplocular haksız yere yöneten Obrenoviçler'in yerine, Karagorgeviçler'den birini yeniden tahta oturtmayı amaçlamakta. Gerçekten de Alexander ile Draga 10 Haziran 1903'ü 11 Haziran'a bağlayan gece, Rus-Japon Savaşı başlamadan birkaç ay önce katlediliyor. Bu savaş On bir bin kırbaç'ın son iki bölümünde, Port-Arthur'un 1905 yılının ilk günlerindeki düşüşüne kadar ele alınmakta.
Bütün bunların yanı sıra yazar, tanıdığı birçok kişiyi, adlarını çok az değiştirerek olaylar örgüsüne katıyor. Parisli gazeteci André Bar, Obrenoviçler'e karşı tertiplenen -komplonun elebaşı- olarak okura tanıtılıyor. André Bar adını, bu yüzyılın başında Balkanlar'daki kanlı olaylarla ilgili çok sayıda haber yazan, fakat büyük bir olasılıkla herhangi bir politik cinayette parmağı olmayan André Barre ile özdeşleştirmemek mümkün mü?

Port-Arthur'de -modern bir kerhane- doğalarına aykırı ilişkilerinde mutluluklarını bulan ve bunu daha rahat yaşayabilmek için Uzakdoğu'ya gelmiş olan iki sembolist şair tarafından yönetilmekte. Bu öykünün bir uydurmaca olduğunu söylemeye bile gerek yok. Fakat bu şairlerden birinin, yaşlı olanın, adının Adolphe Retté'ye bir gönderme olduğu tabii ki gözden kaçmıyor. Sonra görüş değiştirip savaş karşısında yer alan şair, gerçekte eşcin-selliğiyle değil, içkiye düşkünlüğü ile ünlüydü.

Kitabın son sayfalarında, Japon ordusuna esir düşen, savaş öncesi, heykeltıraşlık yapan ve bütün tutkusu kadın kırbaçlamak olan bir Fransız gazeteci karşımıza çıkıyor. Genmolay adındaki bu kişi,  Apollinaire'i çok iyi tanıyanlar tarafından kolayca Jean Mollet ile özdeşleştirilebilir. Apollinaire'in sadık dostu olan Mollet, ne savaş muhabiri ne de heykeltıraştı; sadece kadınları yedi sırımlı kırbacıyla arasıra okşamaya hiçbir zaman gereksinim duymadığından arkadaşının öyküsüne kurban gitmişti.

Sayısız çılgın imgelemin yer aldığı bu romanın, Apollinaire'in kaleminden çıktığına dair daha birçok ipucu bulmakta hiçbir şekilde zorlanmayız. Sekizinci bölümünde karşımıza çıkan Nis şiveli duvarcı çırağının, Piermontlu Botcha'nın, bu romandan kısa bir süre sonra yayınlanan Hérésiarque et Cie'deki bazı öykülerde yer alan kişilerle tartışılmaz benzerlikleri vardır. Kitanın adını(Onze mille Verges) romancı, kutsal Ursula menkıbesini anımsamasına borçlu. Bu menkıbe Köln'de yaşayana herkes tarafından bilinir. Apollinaire'in ise Köln'e -varlıklı Renanyalı bir aile için öğretmenlik yaparken- sık sık yolu düşmüştü.  Köln'de bulunan bir kilise, Kutsal Ursula'ya ve on bir bin bakireye vakfedilmiştir. Pater Crumbach'a ve Ursula vindicata' ya inanacak olursak, on bir bin bakire, Hunlar tarafından kirletilmek yerine ölmeyi tercih etmiştir.
Yukarıda, Florent Fels'in 1924'te On bir bin kırbaç hakkında yazdığı yoruma dönüleceğine söz verilmişti. Bu yazısında Fels, yapıtı -her günahın, ceza çekilerek kefareti ödendiğinden- katolik bir kitap olarak değerlendiriyor. Acaba ilahiyatçılar bu konuda Fels'e katılırlar mı? Bunun olanaklı olmaması gerekir. Ayrıca ilahiyatçıların, Fels gibi,  On bir bin kırbaç'ın senaryoya çok uygun bir kitap olduğunu benimsemesi de inanılası değil.

"Ne güzel bir film yapılabilir bu kitaptan" diye yazıyor Fels. "Düşünün ki, yetenekli bir yönetmen müptela maceraperestimizin rolünü Douglas Fairbanks'a, pasif rolleri Catelain ve de Gravonne'A veriyor; kadın oyuncusu olarakda May Murray ve Huguette Duflos şehvetin Siyamlı ikizleri olan güzel Culculine ve Alexine'in rollaerini üstleniyor; ortaya ne çıkardı. Bu sahneleri izlemeyi sadece umut mu etmeliyiz?"

Galiba şimdilik böyle bir şey mümkün değil.
                                                                                                                                         PASCAL PIA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder